Medeniyetin ve insan hakları çağının tam ortasında Suriyeli küçücük bir çocuğun kuşu, ağacı ve gökyüzünü hiç tanımayacak kadar hayatla bağının koparılmasına sebep ne olabilir? Toprak mı, petrol mü, iktidar hırsı mı? Vedat SEVGİGÖR insani dayanışmanın önünde en büyük engelin hâlâ önyargılar olduğu bir dönemde, insanlığımızı hatırlatan hikâyesi ile hem vicdanları sarsıyor hem de toplumun empati eksikliğine ayna tutuyor.
– I –
‘’Bir keresinde gardiyan gece üç civarında yanıma geldi. Saatim yoktu, saatin kaç olduğunu ona sordum. Benimle gel dedi ama ses çıkarma. “Birlikte yavaşça ilerledik. Biraz ilerde bir hücrenin kapısını açıp “bu çocuğa bir hikâye anlat” dedi.
“Sen eğitimli değil misin, hücreye girip bu çocuğa bir hikâye anlat.”
Hücreye dikkatle baktığımda yirmi altı, yirmi yedi yaşlarında bir kadın gördüm. Kendi içine doğru kıvrılmıştı, beni görünce korktu. Korkması gayet normal, çünkü çok acı tecrübeler geçirmiş. Tecavüz sonucu hamile bırakılıp hücresinde doğum yapmış. Ve dört beş yaşlarında bir çocuk gördüm. Esmer ve güzel, ufak tefek bir çocuktu. Hiç güneş görmediğinden olsa gerek yüzü şişmiş gibiydi.
Kadına selam verdiğimde korkusundan cevap vermedi. Ona dedim ki;
Kızım -çünkü kızım Şaza ’yla aynı yaşlardaydı- benden oğluna bir hikaye anlatmamı istediler. Ne anlatayım?
Kızcağız biraz çekindi ve hiçbir şey söyleyemedi.
Çocuğa yöneldim ve dedim ki; Bir kuş vardı…
Bana “kuş ne demek?” dedi çocuk.
Bir çocuğa hikâye anlatmak istiyordum, karşımda normal bir çocuk olduğunu düşünüyordum. Kuş, fare, su, kelebek… bu kelimeleri kullanarak bir hikâye anlatayım dedim. Bana kuşun ne olduğunu sordu. Kuşun ne demek olduğunu nasıl anlatayım?
Ben “Kuş ağacın üstünde uçuyordu” dedim.
Bana “ağaç nedir?” dedi.
Kendimi çıkmazda hissettim. Gardiyanın bana neden “Sen eğitimli değil misin?” diye sorduğunu anlamaya başladım.
Sonunda çocuğa ne söyleyeceğimi bilemedim. Kendi kendime dedim ki; ona bir şarkı söyleyeyim. Bir çocuk şarkısı mırıldanmaya başladım. Sonra kapıya vurdum, gözlerim yaşlarla doluydu. Çocuğun annesi kenarda oturuyordu ve hala korkuyordu. Kapıya vurduktan biraz sonra gardiyan geldi.
Allah rızası için beni çıkar buradan, boğulmak üzereyim dedim.
Ona hikâye anlatmadın dedi gardiyan. Ne anlatabilirim ki dedim. Çocuk hayatı boyunca hücreden çıkmamış. Ne kuş ne top ne güneş ne hava… hiçbir şey bilmiyor.
Sonra annesinin neden hapiste olduğunu öğrendim. ‘Bu kızın babası Umman’ a kaçtığı için kızını içeri aldılar. Ve burada hamile kaldı.’’
Yukarıdaki hikâyenin korku filmleri yönetmeni Alfred Hitchcock ’a ait bir filmden bir sahne olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu hikâyenin şeytanın dahi aklına gelemeyecek kötülükleri tasarlayabilen insan zihninden türemiş bir romandan ya da senaryodan filme uyarlanmış çok acı bir kesit olmasını isterdim. Fakat öyle değil. Suriye’deki bir hapishanede bir süre mahkûm olarak kalmış bir yazardan alıntılayarak buraya aktardığım bu dram Suriye’deki hapishanelerde yaşanmış binlerce acı hikâyeden sadece biri.
Bu hikâyeyi dinlediğimde acıyla yüklü bir merak duygusu da içimi kapladı. Suriye’de bir hapishane hücresindeki bu çocuğun bir adı var mıydı acaba? Zavallı annesi ona hangi isimle seslenirdi. Yoksa ona da diğer mahkumlarda olduğu gibi isim olarak yalnızca bir numara mı verilmişti?
Türlü işkencelerden geçtikten sonra pres makinalarında ezilecek olan cansız bedenleri işaretlemeye yarayan birkaç rakamdan ibaret miydi insanlığın uzay çağı medeniyetinin o çocuğa verdiği isim?
“Uçurtmayı Vurmasınlar” filminde adı Barış olan çocuğu hatırlattı bana bu hikâye ve kuşu, ağacı ve gökyüzünü hiç görmeyen ve bir kavram olarak dahi bilmeyen o çocuk.
İzlemeyenler için filme dair kısa bir açıklama düşeyim. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra tutuklanarak dört yıl Mamak cezaevinde kalmış bir yazarın kaleminden çıkmıştı Uçurtmayı Vurmasınlar. 1989 yapımı filmde annesi ile beraber cezaevinde kalan bir çocuğun gözünden cezaevi ortamı anlatılıyor. Kadınlar koğuşundaki bir mahkumun oğlu olan Barış, annesinin cezası nedeniyle hapishanede büyümektedir. Algılayamadığı bir dünya içinde, ürkütücü yüksek ve sağır duvarların çevrelediği bir avludan mavi gökyüzünü ve özgürlük uçurtmalarını izlemektedir…
-II-
Zulümden, katliamdan kaçarak ülkemize sığınmak zorunda kalan ya da burada doğmuş Suriyeli çocuklarla benim de yaşanmışlıklarım oldu. Birkaç yıl önce Ankara’da gireceğim önemli bir sınav nedeniyle hızlı trenden bilet almıştım. Nasıl olsa bir taksiye binip istasyona giderim rahatlığı ile evden geç çıktım. Fakat bir taksiye denk gelemedim ve daralan vakitte gelen ilk belediye otobüsüne yanımda otobüs kartı olmadan atladım.
Durumun aciliyetini izah ettiysem de şoför, yolculardan birinin kartını kullanmamı -eğer kartın yoksa otobüsten in buyruğu ile yüklü- bir ses tonuyla istedi. Tıka basa dolu otobüste, rica etsem kartınızı kullanabilir miyim şeklindeki mahcup seslenişim birkaç kez kalabalığın uğultusunda eriyip kayboldu. Ön sıradakilerden ise yanıt gelmedi. Bu psikolojik sıkışmışlık ve çaresizlik anında hemen yanımdaki koltukta oturan bir oğlan çocuğu altmış yaşlarında ve ninesi olduğunu tahmin ettiğim yanındaki kadına Arapça bir şeyler söyledi ve sonrasında kadın çantasından otobüs kartını çıkarıp bana uzattı.
Şoförün üzerimdeki bakışlarından kurtulmanın ferahlığı ve trene de yetişecek olmanın mutluluğu ile cebimden iki bilet parası çıkarıp kadına uzattım. Fakat yoksulluğu üzerindeki kıyafetlerden ve önünde katlayarak tuttuğu ve kılıfı da hayli yıpranmış bir pazar arabasından belli olan kadıncağız gülümseyerek parayı reddetti. Israr ettim ve parayı çocuğa uzattım bu kez. Yine reddedildim.
Adını bilmediğim bu çocuk ve ninesi sayesinde o gün trenime yetişebilmiştim.
Bu olaydan bir yıl sonra ise bir kış akşamı üç arkadaş belediye tesislerine giderken bir rampada otomobilimizin lastiği patladı. Birkaç lastikçiyi aradık. Lastikçilerden ikisi gelmek için fahiş fiyat istedi. Bir diğeri ise ilçe dışında olduğunu söyleyince çaresiz iş başa düştü ve kolları sıvadık.
Bagajdaki yedek lastiği çıkarabilmek için uzun uğraş verdik. Sonra da patlayan lastiği yerinden çıkarmak için var gücümüzle çabaladık. Hayatımızda ilk kez lastik sökecek olduğumuz için ne yaptıysak o lastiğin vidalarını çıkaramadık. İyice strese girdiğimiz ve acaba ne yapsak diye düşündüğümüz esnada yolun karşısındaki yıkık dökük üç katlı bir binanın kapısından bir oğlan çocuğunun bizi izlediğini gördüm.
Az sonra çocukla beraber elinde çekiç, ellili yaşlarında bir adam geldi koşarak. Adam bizimle tokalaşmaya dahi gerek duymadan ve sanki bir savaş cephesinde generalden aldığı emri derhal yerine getiren cesur bir asker ciddiyeti ve çevikliği ile işe koyuldu. Elindeki çekiç ve bizim kullanmayı hiç beceremediğimiz anahtarla lastiği bir çırpıda çıkararak yenisini taktı.
Sonra bize dönerek ve gülerek, kırık dökük Türkçesi ile ben Suriye usta, Suriye usta dedi. Kendisine teşekkür ettim. Nereli olduğunu sordum. Halepliymiş. Komşuymuşuz dedim, ben de Antep ’liyim.
Komşu komşunun külüne muhtaçmış diye boşuna dememiş atalar dedim. Ne dediğimi anlamadı, sadece güldü. Gülerken sararmış ve birkaçı dökülmüş dişleri görünüyordu. Otomobilin sahibi arkadaşım cebinden çok küçük bir meblağ çıkardı ve adama uzattı. Olmaz asla almam dedi adam ve ekledi; bu bir hayır işi.
Babasını bizim yardımımıza çağıran o çocuğa okulda harcarsın diyerek küçük bir harçlığı güçlükle ikna ederek verebildik…
Ülkemizdeki Suriyeliler ve neden oldukları ekonomik kültürel ve toplumsal sorunlar yıllarca çok tartışıldı. Zaman zaman bir nefret objesine dönüştürüldüler, kiraların artması, ekonomik krizde yükselen işsizlik ve bazı adi suçlar sıklıkla onlara fatura edildi.
Kimi siyasetçiler mültecilerden kaynaklanan kültürel, toplumsal sorunlar ya da entegrasyon konusunda makul çözüm önerileri ve alternatifler üzerine düşünmek yerine toplumsal öfkeyi onlara yöneltip neredeyse bütün tıkanıklıklarımızın ana nedeni olarak onları adres gösterdiler.
Neden öyle oldu, şöyle olsaydı böyle olmazdı diyen, bilgisi çok fakat vicdanları paslı siyaset yorumcularının kanaatleri doğrusu kimi zaman beni de etkisi altına aldı.
Fakat vicdanımın derinliklerinden yükselen ses, bu insanları mümkünse derhal sınırın ötesine atmaya ya da toplama kamplarına doldurmaya çalışan ve yeryüzünde kendi klanı dışındaki hemen herkesi ötekileştiren, betonlaşmış ve Suriye hapishaneleri kadar soğuk bu sesleri bastırdı.
Şair Ahmed Arif ’in Anadolu şiirinde tarifsiz güzellikte mısralarla betimlediği, kardeşliğin, çalışmanın, beraberliğin yurdu, atom güllerinin açtığı, şairlerin, bilginlerin diyarı Anadolu, tarih boyunca nice mazlum insana bir beşik, bir sığınak olmuştur. Gün gelmiş İspanya’dan sürülen Yahudilere el uzatmıştır. Gün gelmiş Kafkasya ’dan Balkanlar’dan soykırımdan kaçan yüzbinlerce masum insanla ekmeğini, aşını bölüşmüştür bu coğrafya.
Merhametten nasipsiz bir dünyada Anadolu, Akdeniz’de boğulan Aylan bebekleri kucaklayan insanlığın son adasıdır.
Ve uçurtmalar, hapishanelerin çok yüksek duvarlarına sığmazlar, gökyüzüdür onların yuvası. Gökyüzü ise ülkelerin sınırlarına sığmaz asla. Ona sınır çizemezsiniz. Bütün sınırları aşarak, insanlığı şefkatle sarıp sarmalayan varlığın en evrensel ve özgür çatısıdır o.
Dün olduğu gibi medeniyetin bencillik çağında bugün de Anadolu, dili, dini, ırkı ne olursa olsun bütün mazlumları, kuşları ve uçurtmaları göğsünde kucaklayan insanlığın gökyüzüdür.
Baki ’nin dediği gibi
Fani dünyada
Baki kalan bu gök kubbede hoş bir seda bırakmaksa niyetimiz,
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Vedat SEVGİGÖR
Hapishanedeki Kuş, Gökyüzündeki Uçurtma
Vedat SEVGİGÖR; Konsept Danışmanı, Yazar
Medeniyetin ve insan hakları çağının tam ortasında Suriyeli küçücük bir çocuğun kuşu, ağacı ve gökyüzünü hiç tanımayacak kadar hayatla bağının koparılmasına sebep ne olabilir? Toprak mı, petrol mü, iktidar hırsı mı? Vedat SEVGİGÖR insani dayanışmanın önünde en büyük engelin hâlâ önyargılar olduğu bir dönemde, insanlığımızı hatırlatan hikâyesi ile hem vicdanları sarsıyor hem de toplumun empati eksikliğine ayna tutuyor.
– I –
‘’Bir keresinde gardiyan gece üç civarında yanıma geldi. Saatim yoktu, saatin kaç olduğunu ona sordum. Benimle gel dedi ama ses çıkarma. “Birlikte yavaşça ilerledik. Biraz ilerde bir hücrenin kapısını açıp “bu çocuğa bir hikâye anlat” dedi.
“Sen eğitimli değil misin, hücreye girip bu çocuğa bir hikâye anlat.”
Hücreye dikkatle baktığımda yirmi altı, yirmi yedi yaşlarında bir kadın gördüm. Kendi içine doğru kıvrılmıştı, beni görünce korktu. Korkması gayet normal, çünkü çok acı tecrübeler geçirmiş. Tecavüz sonucu hamile bırakılıp hücresinde doğum yapmış. Ve dört beş yaşlarında bir çocuk gördüm. Esmer ve güzel, ufak tefek bir çocuktu. Hiç güneş görmediğinden olsa gerek yüzü şişmiş gibiydi.
Kadına selam verdiğimde korkusundan cevap vermedi. Ona dedim ki;
Kızım -çünkü kızım Şaza ’yla aynı yaşlardaydı- benden oğluna bir hikaye anlatmamı istediler. Ne anlatayım?
Kızcağız biraz çekindi ve hiçbir şey söyleyemedi.
Çocuğa yöneldim ve dedim ki; Bir kuş vardı…
Bana “kuş ne demek?” dedi çocuk.
Bir çocuğa hikâye anlatmak istiyordum, karşımda normal bir çocuk olduğunu düşünüyordum. Kuş, fare, su, kelebek… bu kelimeleri kullanarak bir hikâye anlatayım dedim. Bana kuşun ne olduğunu sordu. Kuşun ne demek olduğunu nasıl anlatayım?
Ben “Kuş ağacın üstünde uçuyordu” dedim.
Bana “ağaç nedir?” dedi.
Kendimi çıkmazda hissettim. Gardiyanın bana neden “Sen eğitimli değil misin?” diye sorduğunu anlamaya başladım.
Sonunda çocuğa ne söyleyeceğimi bilemedim. Kendi kendime dedim ki; ona bir şarkı söyleyeyim. Bir çocuk şarkısı mırıldanmaya başladım. Sonra kapıya vurdum, gözlerim yaşlarla doluydu. Çocuğun annesi kenarda oturuyordu ve hala korkuyordu. Kapıya vurduktan biraz sonra gardiyan geldi.
Allah rızası için beni çıkar buradan, boğulmak üzereyim dedim.
Ona hikâye anlatmadın dedi gardiyan. Ne anlatabilirim ki dedim. Çocuk hayatı boyunca hücreden çıkmamış. Ne kuş ne top ne güneş ne hava… hiçbir şey bilmiyor.
Sonra annesinin neden hapiste olduğunu öğrendim. ‘Bu kızın babası Umman’ a kaçtığı için kızını içeri aldılar. Ve burada hamile kaldı.’’
Yukarıdaki hikâyenin korku filmleri yönetmeni Alfred Hitchcock ’a ait bir filmden bir sahne olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu hikâyenin şeytanın dahi aklına gelemeyecek kötülükleri tasarlayabilen insan zihninden türemiş bir romandan ya da senaryodan filme uyarlanmış çok acı bir kesit olmasını isterdim. Fakat öyle değil. Suriye’deki bir hapishanede bir süre mahkûm olarak kalmış bir yazardan alıntılayarak buraya aktardığım bu dram Suriye’deki hapishanelerde yaşanmış binlerce acı hikâyeden sadece biri.
Bu hikâyeyi dinlediğimde acıyla yüklü bir merak duygusu da içimi kapladı. Suriye’de bir hapishane hücresindeki bu çocuğun bir adı var mıydı acaba? Zavallı annesi ona hangi isimle seslenirdi. Yoksa ona da diğer mahkumlarda olduğu gibi isim olarak yalnızca bir numara mı verilmişti?
Türlü işkencelerden geçtikten sonra pres makinalarında ezilecek olan cansız bedenleri işaretlemeye yarayan birkaç rakamdan ibaret miydi insanlığın uzay çağı medeniyetinin o çocuğa verdiği isim?
“Uçurtmayı Vurmasınlar” filminde adı Barış olan çocuğu hatırlattı bana bu hikâye ve kuşu, ağacı ve gökyüzünü hiç görmeyen ve bir kavram olarak dahi bilmeyen o çocuk.
İzlemeyenler için filme dair kısa bir açıklama düşeyim. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra tutuklanarak dört yıl Mamak cezaevinde kalmış bir yazarın kaleminden çıkmıştı Uçurtmayı Vurmasınlar. 1989 yapımı filmde annesi ile beraber cezaevinde kalan bir çocuğun gözünden cezaevi ortamı anlatılıyor. Kadınlar koğuşundaki bir mahkumun oğlu olan Barış, annesinin cezası nedeniyle hapishanede büyümektedir. Algılayamadığı bir dünya içinde, ürkütücü yüksek ve sağır duvarların çevrelediği bir avludan mavi gökyüzünü ve özgürlük uçurtmalarını izlemektedir…
-II-
Zulümden, katliamdan kaçarak ülkemize sığınmak zorunda kalan ya da burada doğmuş Suriyeli çocuklarla benim de yaşanmışlıklarım oldu. Birkaç yıl önce Ankara’da gireceğim önemli bir sınav nedeniyle hızlı trenden bilet almıştım. Nasıl olsa bir taksiye binip istasyona giderim rahatlığı ile evden geç çıktım. Fakat bir taksiye denk gelemedim ve daralan vakitte gelen ilk belediye otobüsüne yanımda otobüs kartı olmadan atladım.
Durumun aciliyetini izah ettiysem de şoför, yolculardan birinin kartını kullanmamı -eğer kartın yoksa otobüsten in buyruğu ile yüklü- bir ses tonuyla istedi. Tıka basa dolu otobüste, rica etsem kartınızı kullanabilir miyim şeklindeki mahcup seslenişim birkaç kez kalabalığın uğultusunda eriyip kayboldu. Ön sıradakilerden ise yanıt gelmedi. Bu psikolojik sıkışmışlık ve çaresizlik anında hemen yanımdaki koltukta oturan bir oğlan çocuğu altmış yaşlarında ve ninesi olduğunu tahmin ettiğim yanındaki kadına Arapça bir şeyler söyledi ve sonrasında kadın çantasından otobüs kartını çıkarıp bana uzattı.
Şoförün üzerimdeki bakışlarından kurtulmanın ferahlığı ve trene de yetişecek olmanın mutluluğu ile cebimden iki bilet parası çıkarıp kadına uzattım. Fakat yoksulluğu üzerindeki kıyafetlerden ve önünde katlayarak tuttuğu ve kılıfı da hayli yıpranmış bir pazar arabasından belli olan kadıncağız gülümseyerek parayı reddetti. Israr ettim ve parayı çocuğa uzattım bu kez. Yine reddedildim.
Adını bilmediğim bu çocuk ve ninesi sayesinde o gün trenime yetişebilmiştim.
Bu olaydan bir yıl sonra ise bir kış akşamı üç arkadaş belediye tesislerine giderken bir rampada otomobilimizin lastiği patladı. Birkaç lastikçiyi aradık. Lastikçilerden ikisi gelmek için fahiş fiyat istedi. Bir diğeri ise ilçe dışında olduğunu söyleyince çaresiz iş başa düştü ve kolları sıvadık.
Bagajdaki yedek lastiği çıkarabilmek için uzun uğraş verdik. Sonra da patlayan lastiği yerinden çıkarmak için var gücümüzle çabaladık. Hayatımızda ilk kez lastik sökecek olduğumuz için ne yaptıysak o lastiğin vidalarını çıkaramadık. İyice strese girdiğimiz ve acaba ne yapsak diye düşündüğümüz esnada yolun karşısındaki yıkık dökük üç katlı bir binanın kapısından bir oğlan çocuğunun bizi izlediğini gördüm.
Az sonra çocukla beraber elinde çekiç, ellili yaşlarında bir adam geldi koşarak. Adam bizimle tokalaşmaya dahi gerek duymadan ve sanki bir savaş cephesinde generalden aldığı emri derhal yerine getiren cesur bir asker ciddiyeti ve çevikliği ile işe koyuldu. Elindeki çekiç ve bizim kullanmayı hiç beceremediğimiz anahtarla lastiği bir çırpıda çıkararak yenisini taktı.
Sonra bize dönerek ve gülerek, kırık dökük Türkçesi ile ben Suriye usta, Suriye usta dedi. Kendisine teşekkür ettim. Nereli olduğunu sordum. Halepliymiş. Komşuymuşuz dedim, ben de Antep ’liyim.
Komşu komşunun külüne muhtaçmış diye boşuna dememiş atalar dedim. Ne dediğimi anlamadı, sadece güldü. Gülerken sararmış ve birkaçı dökülmüş dişleri görünüyordu. Otomobilin sahibi arkadaşım cebinden çok küçük bir meblağ çıkardı ve adama uzattı. Olmaz asla almam dedi adam ve ekledi; bu bir hayır işi.
Babasını bizim yardımımıza çağıran o çocuğa okulda harcarsın diyerek küçük bir harçlığı güçlükle ikna ederek verebildik…
Ülkemizdeki Suriyeliler ve neden oldukları ekonomik kültürel ve toplumsal sorunlar yıllarca çok tartışıldı. Zaman zaman bir nefret objesine dönüştürüldüler, kiraların artması, ekonomik krizde yükselen işsizlik ve bazı adi suçlar sıklıkla onlara fatura edildi.
Kimi siyasetçiler mültecilerden kaynaklanan kültürel, toplumsal sorunlar ya da entegrasyon konusunda makul çözüm önerileri ve alternatifler üzerine düşünmek yerine toplumsal öfkeyi onlara yöneltip neredeyse bütün tıkanıklıklarımızın ana nedeni olarak onları adres gösterdiler.
Neden öyle oldu, şöyle olsaydı böyle olmazdı diyen, bilgisi çok fakat vicdanları paslı siyaset yorumcularının kanaatleri doğrusu kimi zaman beni de etkisi altına aldı.
Fakat vicdanımın derinliklerinden yükselen ses, bu insanları mümkünse derhal sınırın ötesine atmaya ya da toplama kamplarına doldurmaya çalışan ve yeryüzünde kendi klanı dışındaki hemen herkesi ötekileştiren, betonlaşmış ve Suriye hapishaneleri kadar soğuk bu sesleri bastırdı.
Şair Ahmed Arif ’in Anadolu şiirinde tarifsiz güzellikte mısralarla betimlediği, kardeşliğin, çalışmanın, beraberliğin yurdu, atom güllerinin açtığı, şairlerin, bilginlerin diyarı Anadolu, tarih boyunca nice mazlum insana bir beşik, bir sığınak olmuştur. Gün gelmiş İspanya’dan sürülen Yahudilere el uzatmıştır. Gün gelmiş Kafkasya ’dan Balkanlar’dan soykırımdan kaçan yüzbinlerce masum insanla ekmeğini, aşını bölüşmüştür bu coğrafya.
Merhametten nasipsiz bir dünyada Anadolu, Akdeniz’de boğulan Aylan bebekleri kucaklayan insanlığın son adasıdır.
Ve uçurtmalar, hapishanelerin çok yüksek duvarlarına sığmazlar, gökyüzüdür onların yuvası. Gökyüzü ise ülkelerin sınırlarına sığmaz asla. Ona sınır çizemezsiniz. Bütün sınırları aşarak, insanlığı şefkatle sarıp sarmalayan varlığın en evrensel ve özgür çatısıdır o.
Dün olduğu gibi medeniyetin bencillik çağında bugün de Anadolu, dili, dini, ırkı ne olursa olsun bütün mazlumları, kuşları ve uçurtmaları göğsünde kucaklayan insanlığın gökyüzüdür.
Baki ’nin dediği gibi
Fani dünyada
Baki kalan bu gök kubbede hoş bir seda bırakmaksa niyetimiz,
Bu insanlık onuru bize yetmez mi dostlar?