Taş deyip de geçme dostum… Üstüne basıp geçtiğin, duvarlarda gördüğün o taş var ya, belki de bin yıl öncesinden sana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Kim bilir, kaç el dokundu ona, kaç yürek hikâyesini kazıdı? Kimi zulmetti taşla, kimi ona can verdi. Kimi bir mezar taşına dert döktü, kimi bir duvara umut ördü. Vedat SEVGİGÖR, bu yazısında taşın dilini çözüyor, geçmişin sesini bugüne taşıyor.
3 bin yıl önce yazılmış bir Likya şiirinde der ki;
‘’Beni bulamazsan üzülme
Eşyalarımı bulacaksın
Kestiğim taşları, açtığım yolları,
İşlediğim heykelleri bulacaksın
Ve göreceksin ki binlerce yıl öteden
Parmak izlerimiz değecek birbirine…’’
Binlerce yıl önce kaleme alındığı rivayet edilen bu dizeleri ne zaman okusam bütün benliğim hüzünle doluverir.
Sesini duydum ey güzel yürekli şair derim. Binlerce yıl öteden selamını taşa kazımış bu meçhul ve bilge insana.
Ve kimlerin gelip geçtiğini düşünürüm bu dünyadan. Yaklaşık hesaplamalara göre 130 milyar insan yaşamış. Rakam olarak söylemesi dile kolay. Fakat milyarlarca başka hikâye evvel zaman içinde başlamış ve bitmiş.
İnsanın kurduğu medeniyetin hikâyesi bidayetten beri taşla örülmüştür.
Madenlerin keşfinden çok önce deyimin doğrudan anlamıyla taş üstüne taş koyarak ve toprağın da işlenmesiyle medeniyete adım atılmıştır.
Diğer canlılar gibi sırtında bir doğal kürkü olmayan insan, hem sert iklimden korunmak hem de vahşi hayvanlara karşı kendini savunmak için örmüştür barınağının taş duvarlarını.
Sonrasında ise zamanla saraylar, depolar, yollar köprüler inşa edilmiş. Ve bütün bu mimariye paralel bir şekilde Göbeklitepe ’den bugüne rölyefler, heykeller, gökyüzüne yükselen tapınaklar,..
Kimi zaman Babil’de bir ziggurat olmuş taş. Kimi zaman Mısırdaki Keops, Kefren, Mikerinos.
Sümer, Asur, İnka, Roma, Bizans uzak yakın tarihin bütün büyük medeniyetleri ihtişamını taş üzerinden sergilemiş.
Kendi çağlarının zalimleri bazen zulmetmişler taşa da, el koydukları insanın alın terine de. Hem taşı ezmişler hem insanı.
Kimi zaman ise bir bilgelik ve şefkat çağında ve dahi bir mimarın elinde minareleri İstanbul semalarında yükselen Süleymaniye isimli muhteşem bir şiir olmuş taş.
İstanbul’da kubbe, bedesten, külliye, hisar olmuş, Beyoğlu’nda Galata Kulesi, Üsküdar sahilinde Kız Kulesi olmuş taş.
Ahlat’ta kümbet, Konya’da kervansaray, Bursa’da çeşme, Edirne’de cami, Saraybosna’da köprü olmuş, bir gönül coğrafyasına adım adım vurulan en zarif mühür olmuş taş.
Süleymaniye’yi ya da Üsküdar’da etekleri bir zamanlar boğazın sularına değen güzel bir kadın gibi İstanbul’u seyreden Mihrimah Sultan Camiini görüp de taşı sevmemek mümkün mü sizce?
Peki, sevdasını taşa işleyerek âleme gösteren ve çekicini bir divit gibi kullanarak, dizeleri kayalar olan harikulade şiirleri yazan adamı, Koca Sinan’ı?
Taş, bilge mimarların elinde gökyüzüne doğru yazılan ve yüzlerce yıl geçse de aradan güzelliğinden hiç eksiltmeyen görkemli bir şiir olur bazen.
İstanbul’un tepelerinden gökyüzüne gülümseyen bir kubbe, şehrin meydanında misafirlerini serinleten narin bir çeşme olur,
Ve su olur, dökülür uzanan avuçlara, sanatkârının maharetli ellerinden.
Taşın bir dantel gibi işlendiği Sivas Divriği Ulu Camisinin o zarif kapısından girerek başka evrenlere geçmeyen var mıdır?
Ulus’tan Kızılay’a doğru adımlarken yolun her iki yanındaki taş binaların seyri, yolcusunu bir zaman tüneline çekerek Cumhuriyet’in ilk yıllarına götürür.
Zerafetin zirvesi Selimiye’den Ağrının eteklerindeki İshak Paşa Sarayı’na Anadolu’nun her köşesine serpiştirilmiş ve her biri kendi çağından günümüze seslenen yüzlerce taştan abide vardır.
Taşa hayat veren, taşı bir medeniyet havzasında hünerli elleriyle ve kadim bilgileriyle anıtlaştıran ve geçmişin ihtişam ve sanatını taşa ilmek ilmek işleyerek bize miras bırakan bütün ustalara rahmet olsun.
On binlerce yıl önce mağara duvarlarını sanatında tuval olarak kullanan, ya da taşları yontarak ondan canlı, cansız varlıkların figürlerini çıkartan ilk insanların tecrübeleri nesilden nesile aktarılmış, insanlığın sanat serüveni bambaşka irtifalara taşınmıştır.
Örneğin heykeltraş Michelangelo San Pietro Kilisesi’nde öyle zarif yontar ki mermeri, yüzlerce yıl önce şekillendirdiği Musa Heykeli’ni şimdi, ona baktığın anda kalkıp yürüyecek sanırsın.
Taşın bendeki hikâyesi bu kadar değil elbette.
Bir bayram gününde minik kuşlarım Zeynep ve Zehra ile 5 taş oynarken fark ettim, 5 küçük taşın bir çocuğu nasıl sevindirip coşturduğunu.
Ve kendi çocukluğuma gittim. Heyecan ve hevesle kim bilir kaç kez ben de oynamıştım bu oyunu. Yuvarlak, yassı taşları bir gölet ya da nehir üzerinde sektirdiğimiz de olurdu bazen. Taşı kim daha fazla sektirirse o kazanırdı.
Sokak aralarında yaptığımız mahalle maçlarında kalemizin direkleri olmadığından, kalecinin iki yanına koyduğumuz büyükçe taşlardan birer kale yapardık.
Ve yükseğe çekilen şutlardan hangisinin kaledeki hayali çerçeveyi bularak gol olup olmadığına dair bazen pozisyon sonrası tartışırdık.
Maraş’ın adeta cennetten bir köşesi olan Döngel Köyü’nde derelerden toplayarak ceplerime doldurduğum rengârenk taşlar gelir aklıma bir de.
Dünyanın egemen değerler sisteminin henüz kirletmediği bir zihinle, yani bir çocuk kalbiyle bakarak değer biçerseniz dünyaya servettir o küçük taşlar.
Altından çok daha kıymetlidir.
O altın değil midir ki tarih boyunca insanı insana düşman eden? Doğada çok nadir bulunur altın ve üstelik doğayı da zehirleyerek bin bir zahmetle çıkarılıp işlenir.
Oysa yeryüzünde herkese yetecek kadar bol taş vardır. Bu nedenle kapitalist değildir taş, bencil değildir. Paylaşırken kavgalara tutuşturmaz kimseyi.
Bir duvarın birbirine omuzunu vermiş kayaları gibi, iki komşu evin birbirine yaslanmış duvarları gibi kardeş yapar taş. İnsanı insana…
Ve pek severim berrak akan bir dere yatağında parıldayan, kaygan ya da masmavi bir denizin altında balıklara arkadaş taşları.
Henüz ayak basılmamış ıssız bir dağ başında isimlerini yalnızca yanında yöresinde boy veren otların, çiçeklerin, altına yuva yapan börtü böceğin ve üzerine tüneyen kuşların bildiği taşları da severim.
Kimi taşların ise bendeki karşılığı yoğun bir hüzündür.
Ne zaman taştan duvarları yıkık dökük bir yapının önünden geçsem bir süre aklım ve gönlüm o viraneye karışıp kaybolur.
Zamanın yorgun dehlizlerinde ziyadesiyle hırpalanmış taş duvarların arkasındaki bahçede bir zamanların çocuklarının oyunlarında neşeyle nasıl da koşturduklarını düşlerim.
Avlusunda çamaşır yıkayan, tandırda ekmek pişiren kadınların, akşam avuçlarındaki nasırla eve dönen erkeklerin hem içsel dünyalarını, hem gündelik yaşamlarını hayalimde canlandırırım.
O eski pencerelerin çürüyüp düştükleri için artık yerlerinde olmayan tahta panjurlarını açarak kaç kez komşularına huu hu diyerek seslenmiş ve aralarında neler konuşmuştur o kadınlar kim bilir?
Ya da herkes büyük şehirlerdeki gri ve soğuk beton binalarda mesken tuttuktan sonra o eski zaman evlerinde, ömrünün son demlerinde taş duvarlara yansıyan buruk hatıraların hüznünde avunurken bir yandan da fersiz bakışlarıyla uzaklara dalarak çocuklarının, torunlarının dönüşünü hasretle bekleyen yaşlıları düşünürüm.
Bir de büyük hayalim vardır taşa dair.
Anadolu’nun her yöresinden getirilmiş taşlarla ve kendi ellerimle inşa edeceğim ve kapısından betonun asla giremediği, bahçesinde erguvanlar açan bir taş evde yaşamak…
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Vedat SEVGİGÖR
TAŞ; İnsanlığın Parmak İzi
Taş deyip de geçme dostum… Üstüne basıp geçtiğin, duvarlarda gördüğün o taş var ya, belki de bin yıl öncesinden sana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Kim bilir, kaç el dokundu ona, kaç yürek hikâyesini kazıdı? Kimi zulmetti taşla, kimi ona can verdi. Kimi bir mezar taşına dert döktü, kimi bir duvara umut ördü. Vedat SEVGİGÖR, bu yazısında taşın dilini çözüyor, geçmişin sesini bugüne taşıyor.
3 bin yıl önce yazılmış bir Likya şiirinde der ki;
‘’Beni bulamazsan üzülme
Eşyalarımı bulacaksın
Kestiğim taşları, açtığım yolları,
İşlediğim heykelleri bulacaksın
Ve göreceksin ki binlerce yıl öteden
Parmak izlerimiz değecek birbirine…’’
Binlerce yıl önce kaleme alındığı rivayet edilen bu dizeleri ne zaman okusam bütün benliğim hüzünle doluverir.
Sesini duydum ey güzel yürekli şair derim. Binlerce yıl öteden selamını taşa kazımış bu meçhul ve bilge insana.
Ve kimlerin gelip geçtiğini düşünürüm bu dünyadan. Yaklaşık hesaplamalara göre 130 milyar insan yaşamış. Rakam olarak söylemesi dile kolay. Fakat milyarlarca başka hikâye evvel zaman içinde başlamış ve bitmiş.
İnsanın kurduğu medeniyetin hikâyesi bidayetten beri taşla örülmüştür.
Madenlerin keşfinden çok önce deyimin doğrudan anlamıyla taş üstüne taş koyarak ve toprağın da işlenmesiyle medeniyete adım atılmıştır.
Diğer canlılar gibi sırtında bir doğal kürkü olmayan insan, hem sert iklimden korunmak hem de vahşi hayvanlara karşı kendini savunmak için örmüştür barınağının taş duvarlarını.
Sonrasında ise zamanla saraylar, depolar, yollar köprüler inşa edilmiş. Ve bütün bu mimariye paralel bir şekilde Göbeklitepe ’den bugüne rölyefler, heykeller, gökyüzüne yükselen tapınaklar,..
Kimi zaman Babil’de bir ziggurat olmuş taş. Kimi zaman Mısırdaki Keops, Kefren, Mikerinos.
Sümer, Asur, İnka, Roma, Bizans uzak yakın tarihin bütün büyük medeniyetleri ihtişamını taş üzerinden sergilemiş.
Kendi çağlarının zalimleri bazen zulmetmişler taşa da, el koydukları insanın alın terine de. Hem taşı ezmişler hem insanı.
Kimi zaman ise bir bilgelik ve şefkat çağında ve dahi bir mimarın elinde minareleri İstanbul semalarında yükselen Süleymaniye isimli muhteşem bir şiir olmuş taş.
İstanbul’da kubbe, bedesten, külliye, hisar olmuş, Beyoğlu’nda Galata Kulesi, Üsküdar sahilinde Kız Kulesi olmuş taş.
Ahlat’ta kümbet, Konya’da kervansaray, Bursa’da çeşme, Edirne’de cami, Saraybosna’da köprü olmuş, bir gönül coğrafyasına adım adım vurulan en zarif mühür olmuş taş.
Süleymaniye’yi ya da Üsküdar’da etekleri bir zamanlar boğazın sularına değen güzel bir kadın gibi İstanbul’u seyreden Mihrimah Sultan Camiini görüp de taşı sevmemek mümkün mü sizce?
Peki, sevdasını taşa işleyerek âleme gösteren ve çekicini bir divit gibi kullanarak, dizeleri kayalar olan harikulade şiirleri yazan adamı, Koca Sinan’ı?
Taş, bilge mimarların elinde gökyüzüne doğru yazılan ve yüzlerce yıl geçse de aradan güzelliğinden hiç eksiltmeyen görkemli bir şiir olur bazen.
İstanbul’un tepelerinden gökyüzüne gülümseyen bir kubbe, şehrin meydanında misafirlerini serinleten narin bir çeşme olur,
Ve su olur, dökülür uzanan avuçlara, sanatkârının maharetli ellerinden.
Taşın bir dantel gibi işlendiği Sivas Divriği Ulu Camisinin o zarif kapısından girerek başka evrenlere geçmeyen var mıdır?
Ulus’tan Kızılay’a doğru adımlarken yolun her iki yanındaki taş binaların seyri, yolcusunu bir zaman tüneline çekerek Cumhuriyet’in ilk yıllarına götürür.
Zerafetin zirvesi Selimiye’den Ağrının eteklerindeki İshak Paşa Sarayı’na Anadolu’nun her köşesine serpiştirilmiş ve her biri kendi çağından günümüze seslenen yüzlerce taştan abide vardır.
Taşa hayat veren, taşı bir medeniyet havzasında hünerli elleriyle ve kadim bilgileriyle anıtlaştıran ve geçmişin ihtişam ve sanatını taşa ilmek ilmek işleyerek bize miras bırakan bütün ustalara rahmet olsun.
On binlerce yıl önce mağara duvarlarını sanatında tuval olarak kullanan, ya da taşları yontarak ondan canlı, cansız varlıkların figürlerini çıkartan ilk insanların tecrübeleri nesilden nesile aktarılmış, insanlığın sanat serüveni bambaşka irtifalara taşınmıştır.
Örneğin heykeltraş Michelangelo San Pietro Kilisesi’nde öyle zarif yontar ki mermeri, yüzlerce yıl önce şekillendirdiği Musa Heykeli’ni şimdi, ona baktığın anda kalkıp yürüyecek sanırsın.
Taşın bendeki hikâyesi bu kadar değil elbette.
Bir bayram gününde minik kuşlarım Zeynep ve Zehra ile 5 taş oynarken fark ettim, 5 küçük taşın bir çocuğu nasıl sevindirip coşturduğunu.
Ve kendi çocukluğuma gittim. Heyecan ve hevesle kim bilir kaç kez ben de oynamıştım bu oyunu. Yuvarlak, yassı taşları bir gölet ya da nehir üzerinde sektirdiğimiz de olurdu bazen. Taşı kim daha fazla sektirirse o kazanırdı.
Sokak aralarında yaptığımız mahalle maçlarında kalemizin direkleri olmadığından, kalecinin iki yanına koyduğumuz büyükçe taşlardan birer kale yapardık.
Ve yükseğe çekilen şutlardan hangisinin kaledeki hayali çerçeveyi bularak gol olup olmadığına dair bazen pozisyon sonrası tartışırdık.
Maraş’ın adeta cennetten bir köşesi olan Döngel Köyü’nde derelerden toplayarak ceplerime doldurduğum rengârenk taşlar gelir aklıma bir de.
Dünyanın egemen değerler sisteminin henüz kirletmediği bir zihinle, yani bir çocuk kalbiyle bakarak değer biçerseniz dünyaya servettir o küçük taşlar.
Altından çok daha kıymetlidir.
O altın değil midir ki tarih boyunca insanı insana düşman eden? Doğada çok nadir bulunur altın ve üstelik doğayı da zehirleyerek bin bir zahmetle çıkarılıp işlenir.
Oysa yeryüzünde herkese yetecek kadar bol taş vardır. Bu nedenle kapitalist değildir taş, bencil değildir. Paylaşırken kavgalara tutuşturmaz kimseyi.
Bir duvarın birbirine omuzunu vermiş kayaları gibi, iki komşu evin birbirine yaslanmış duvarları gibi kardeş yapar taş. İnsanı insana…
Ve pek severim berrak akan bir dere yatağında parıldayan, kaygan ya da masmavi bir denizin altında balıklara arkadaş taşları.
Henüz ayak basılmamış ıssız bir dağ başında isimlerini yalnızca yanında yöresinde boy veren otların, çiçeklerin, altına yuva yapan börtü böceğin ve üzerine tüneyen kuşların bildiği taşları da severim.
Kimi taşların ise bendeki karşılığı yoğun bir hüzündür.
Ne zaman taştan duvarları yıkık dökük bir yapının önünden geçsem bir süre aklım ve gönlüm o viraneye karışıp kaybolur.
Zamanın yorgun dehlizlerinde ziyadesiyle hırpalanmış taş duvarların arkasındaki bahçede bir zamanların çocuklarının oyunlarında neşeyle nasıl da koşturduklarını düşlerim.
Avlusunda çamaşır yıkayan, tandırda ekmek pişiren kadınların, akşam avuçlarındaki nasırla eve dönen erkeklerin hem içsel dünyalarını, hem gündelik yaşamlarını hayalimde canlandırırım.
O eski pencerelerin çürüyüp düştükleri için artık yerlerinde olmayan tahta panjurlarını açarak kaç kez komşularına huu hu diyerek seslenmiş ve aralarında neler konuşmuştur o kadınlar kim bilir?
Ya da herkes büyük şehirlerdeki gri ve soğuk beton binalarda mesken tuttuktan sonra o eski zaman evlerinde, ömrünün son demlerinde taş duvarlara yansıyan buruk hatıraların hüznünde avunurken bir yandan da fersiz bakışlarıyla uzaklara dalarak çocuklarının, torunlarının dönüşünü hasretle bekleyen yaşlıları düşünürüm.
Bir de büyük hayalim vardır taşa dair.
Anadolu’nun her yöresinden getirilmiş taşlarla ve kendi ellerimle inşa edeceğim ve kapısından betonun asla giremediği, bahçesinde erguvanlar açan bir taş evde yaşamak…
Taş sığınaktır insana dostlar,
Taş heykeldir, sanattır,
Taş medeniyettir,
Gökyüzüne uzanan şiirdir bazen.
Ve ebedi bir arkadaştır insana,
Çünkü çelik ve beton değil,
Ebediyete kadar
Bir taş bekleyecek mezarınızda…
Ve alın terinden, bilgelikten ve umuttan
Birkaç taş da siz dikin dünyaya
Ki binlerce yıl sonra
Parmak iziniz buluşsun
Bir başka Adem evladının parmak uçlarıyla…